HAFTA SONU

 ‘Bu hafta sonu New York’a geliyorum ve bir iki Broadway şovu göreceğim,ama bana şehri gezdirecek bir rehbere ihtiyacım var,bana şehri gezdirip benim kavalyem olur musunuz?’ diyen bir e-mail aldım.İnternet Sitelerine yazdığım enteresan ilanlar iyi

işe yarıyordu.

E-maili yazan kız Washington DC’de oturuyordu,24 yaşındaydı ve World Bank’da çalışan bir klarinet sanatçısıydı.

‘Tabi’ diye yanıtladım.‘Türk erkekleri çok yardım severdir,ancak sadece cuma günü size eşlik edebilirim zira cumartesi günü Pennsylvania’ya gidiyorum’

‘Anlaştık’ dedi.‘Cuma günü öğleyin 1’de buluşalım,daha erken buluşamayız çünkü 3-4 saat araba kullanacağım,otelime yerleşeceğim vs...Bana yer söyleyin ben orada olurum’

‘Tamam,Americas Avenue ve 47.Cadde,tam köşede Uluslararası Fotoğraf Müzesi var,ben tam 1’de sizi girişte bekliyor olacağım,üzerimde siyah takım elbise ve omuzumda siyah deri çanta olacak.’

 

Cuma günü 1’den 2.45’e dek bekledim

Klarinetçi mlarinetçi yoktu.

Cep telefonundan aradım telesekreter çıktı.

Ekildim,ağaç oldum,kandırıldım,kodumum dünyası...

Biraz dolaştım.

World Bank binasının önünden geçtim.

Kapısına tükürdüm.

Times Square’den bir kulübeden yeniden aradım.

‘Şu anda müzenin içindeyim,alt kattaki küçük kafede oturuyorum,geciktiğim için özür dilerim,yol beklediğimden uzun sürdü’ dedi.

 

Çok iriydi.120 kilo civarında.

Memeleri kocamandı.

Her biri 8’er kilo olmalıydı.

Kıçı inanılmaz büyüktü.

4 ya da 5 numara miyoptu,gözlüğünün içinden gözleri küçücük görünüyordu.

Yanağının alt kısmında ve çenesinde sakalları vardı.

Periyodik olarak sakal traşı oluyor ve yüzünü kalın fondetenle örtüyordu .

‘Selam güzelim’ dedim ve yanağından öptüm.

Fondeten dudağıma bulaştı,sıvıydı ama kurumuştu.

Dudaklarımı yaladım,iğrençti.

Leblebiyi öğütmüşüm ve içine fare zehiri koymuşum gibi...

‘Birer kahve içmeye ne dersin?’

 

Sonra müzeyi gezdik.

Helmut Newton adında bir fotoğrafçının sergisi vardı müzede.

Adam ünlülerle ve çıplaklarla çalışmayı seviyordu

Ve çok büyük çalışıyordu.

2 metreye 3 metre gibi.

Katherıne Deneuve ve Salvador Dali’nin fotoğraflarını çekmişti,Antony Hopkins ve Naomi Campel ona çok özel pozlar vermişlerdi.

 

Fotoğraflardan birinde fotoğrafçının kendisi bir odanın balkonunda çırılcıplaktı.

Adam balkon demirlerine yastlanmıştı ve açık balkon kapısından içeri giren meltem ince tülü hafifçe sallıyor,sallanan tül adamın aletini okşuyordu.

Fotoğraf odanın içinden çekilmişti ve bu,  fotoğrafçının çalışma odasından ayrıntıları da görmenize olanak veriyordu.

 

2 metreye 3 metre siyah beyaz başka bir fotoğrafta bir kadın tam bir at gibi ve çırılçıplak poz vermişti.

Fotoğraf kadının sağrısından başlıyordu ve kadın, başını tam bir at başı gibi sola ve çok hafif yukarı kaldırmıştı.

Kadının belinde eyer,başında yular vardı.

Kısrak diye buna derim.

Kadının üstünde hayal ettim kendimi.

Yarışın son yüz metresiydi ve kırbacım kadının sağrısında sık aralıklarla şaklıyordu.

Kadının kanlı gözleri balık gözü gibi kocaman açılmıştı.

Ağzından köpükler saçılıyordu

Seyirciler kendilerinden geçmişlercesine bizim kazanmamızı isteyen histerik çığlıklar atıyorlardı.

Kadının upuzun kahverengi yelelerini koparacakmışçasına kavrıyor,kırbacımla sağrısına acımasız darbeler indiriyorum.

Çıktık müzeden.

 

Akşam gittiğimiz şov ücretsizdi ve ücretsiz olmasına rağmen koca salonda sadece 6 kişiydik.İşkillendim...

Sonra şov başladı.

7 kişi geldi 7 sandalye bulunan sahneye.

70 ile 90 yaşları arasındaydılar ve hepsi zenciydi.

Herbirinin elinde text vardı.

Adamın birinin yazdığı 7 kişilik oyunu okumaya başladılar.

Sandalyelerine oturmuş,yaşlı sesleriyle,yavaş yavaş,ölür gibi okuyorlardı.

Oyun,gençliklerinde herbiri usta birer blues sanatçısı olan kişilerin yaşlanınca yeniden biraraya gelmeleri ve yeniden çalmaya başlamalarıyla ilgiliydi.

New Orleans ve Chicago’da ne güzel günler geçirmişlerdi...

Tatsız tuzsuz,boktandı.

Pul yalıyormuşsunuz gibi.

Ara veriyoruz dediklerinde Türkçe ‘Yaşasın!’ diye bağırdım.

Sahnedekilerden biri ‘Anlıyorum ahpap ama merak etme ara sadece 10 dakika,işemeli ve sigara içmeliyiz,hemen döneceğiz’ dedi ve göz kırptı.

Arabanın teybini çalmaya çalışırken polis sireni duymuş hırsız gibiydim salondan çıkarken.

 

Oyunu okuyanların birkaç yılları kalmıştı ve onları seyrederken ölmek istemiyorum diye bağırmak geliyordu içinizden.

 

Ölüm parmaklarınızdan -tırnağınızla etinizin arasından- giriyor,damarlarınızı buruşturuyor,derinizi kıvrıştırıyor,sizi,beni,onu umursamıyor,herkese aynı muameleyi gösteriyordu.

Ve hep aynı şey oluyordu: siz ölmek istemiyor ama ölüyor,çevrenizdekiler ağlıyor ama unutuyorlardı.

Ölümün tarzı buydu.Çok dikkatli ve hatasız çalışıyordu.

Ve ömrünüz -hatta ona kavuşmak isterken bile- ondan kaçmaya çalışmakla geçiyordu.

 

Onu oteline götüren metroya bindirdim,yanağından yeniden öptüm hoşçakal derken.

Dudağımdaki fondeten ve ben 6 numaralı treni aldık.

Gece saat 2 civarıydı ve New York gece hayatı henüz başlıyordu.

Trenler tıkabasa doluydu.

Geniş bir kanalizasyondan yalancı bir cennetin buğulu pencerelerine akan insan güruhunu seyrettim tepkisiz.

 

Acemi hırsızlar yüzünden çalan araba alarmları ve oda arkadaşımın güzel bir uykuyu rahatlıkla bir kabusa çevirebilen horlaması eşliğinde derin nefesler çektim filtresiz sigaramdan  Harlem’deki küçük odamda.  

©Webmaster Tuncer MANKIR Or Lavaraci

 

  DEVAM ET