TAMBURANIN TELİ
Gepegergin bir tambura teli Nevzat Çelik'in yüreği... Aşkla, ölümle, umutla ve uslu olmayan usuylan... Tınn ettiğinde tel, sanki önceden çizilmiş bir sevkulceys içinde, şiir değil, bir cenk başlıyor. Sonu yenilgi bile olsa, yüzakı bir savaş... Başka bir imgeyle diyelim ki, sonuna dek gerilmiş yay, ama bir istif ve zamanlama üzre, hedefe oklarını yağdırıyor. Ve bu tarihsel salvoyla, hedefte yeni bir şiir cümlesi çıkıyor ortaya, yeni bir alfabeyle yazılmış bir cümle... Bu, çivi yazısı değil, ok yazısı. Büyük bir gerilimin bütün öfkesini ve sevgisini seferber ederek kaleme alınmış, doğaçtan ve kendisi doğal olan bir olay bu... Demem odur ki, doğa aynı zamanda insanların tabiatıdır. Belki de bu iki ayrı dünyadan gelip de, hem aynı, hem ayrı anlama gelen bu iki sözcük insanoğlu yaşamının diyalektiğine ışık tutmadadır. Bu gerilimdir ki, zamanı, şiir dediğimiz "zaman"ı tarihselleştirmekte, dolayısıyle nesnelleştirerek çelişkilerin birleşimini yaratmadadır. Ondan değil mi Nevzat, altındaki sandalyeye boynuna da ilmiği geçirdikten sonra vuracak olan çingenenin bir eyyam önce oturduğu sokakta oturan bir kadıncağızı sevmişliğini düşünecek kadar içi geniş olmadadır. Çünkü bu doğru kararlılıktır. Karşıtlarını kapsayıp yeni bir yaşama tasarımına yönelmektir bu. Şiiri, bir çırpıda ister uzun olsun ister kısa, hedefin kalbine ulaştıran işte bu kararlılıktır. Aynı anda bu, kararlılıkta "karar" dediğimiz yaşatıcı ama öldürmekten korkmadan yaşatıcı bir yaşam kıvamı bulmak demektir. Bu tel, bu tamburacı ölse bile, asılsa bile, titreşimini halkımız ve dünya halklarının kulak tozunda çınlatmayı sürdürecektir. Çünki her has şair gibi Nevzat Çelik de, aynı zamanda hem Giyom Tel, hem de Giyom'un başına oturttuğu elmayı okun ucundan savulladığı oğlu küçük Giyom'dur. Ve asıl Kızıl Elma Orta Asya'da arandığı rivayet edilen elma değil, gözlerimizin önünde yer alan acısını, sevincini yüreğimize bastırmak bir yurttaşlık borcu olan bir şiir olayıdır. Nevzat Çelik ne kurbanı ne kasabıdır bu işin. O, sadece, bu inanılmaz gibi gelen oldubittinin bayramıdır. Şair de budur zaten.... CAN YÜCEL (Bu yazı Nevzat Çelik'in 1984 yılında yayınlanan Şafak Türküsü adlı kitabında önsöz olarak yer almış.) |
ANIMSAMAK KUŞLARI
1
çatıların üzerinde yürürdü serçeler
kanatlarından günışığı dökülürdü
ciğerleri sökülür gibi öksürürdü
yokuşa vurdukça erkenci işçiler
ekmeğinin yanına güneşi koyup
usulca bakkaldan çıkan çocuk
bir çift kanat açardı köşede
ben dönerdim geceyarılarından
üstüm başım çatışma içinde
sardunyaların arasında pencerede
sen taze bir badem gibi dururdun
beni her sabah böyle vururdun
çekip gözlerine mahmur bulutu
günaydın derken salt dudaktın
biri seni mutlaka öpüyordu
bana mı öyle geliyordu
sen mi çok ufaktın
saçlarında miniminnacık papatya
ardında çiçek bahçesi
ayıp bir söz gibi yürürdün
gözlerimi alıp götürürdün
körleme kalırdım
gidişini görüp de dönüşünü beklememek olur mu
beklerdim tahtaya gömülen çiviler gibi
bluzunun altında kanatlanan çifte kumruyu
biraz köylü biraz burjuva
sanırım kalçalarından almıştı
o felaket huyu
2
kimdin neydin neciydin
benim fikrim yoktu
senin yaşın ve korkun
kimi vakit konuğu olurdun
duvar diplerinde kalleş
ölümlerin kokladığı evimin
tomurcukları patlayan bir dal gibi gülerdin
kahve içtiğimiz fincana
pencereye kilime duvara
tabakta dilimlenmiş elmaya
çın çın mavi saçılırdı
en olmadık yerde eteğin açılırdı
aklım karışırdı
ne mümkündü görmemek hissetmemek
incecik parmaklarında aşkla tüterdi
değer değmez dudaklarına
bütün sigaralar erkekti
3
sen hep oralardaydın küçük hoş görüntülerinle
ben yüzümü rüzgara verirdim
saçımın her telini uzak mavilere götüren
denize dönerdim sonra
sırtında dalgalar yürüten
terim soğurdu
bir köpek namlu ensekökümde dururdu
işkence şuradaydı cezaevi burada
yürürlerdi benimle yürüsem
uzansam yatarlardı yanıma
onlar benim gölgelerimdi
bir önüme düşerlerdi
bir ardıma
4
kapandı üstüme geceyarıları
polisler sürüklüyordu beni
kent boydanboya susuyordu
bulvarda bir ağaç
gürültüyle kusuyordu
kapandı üstüme geceyarıları
sen yoktun
okul arkadaşlarımın adını
telefon numaralarını sinema kapılarını
öptüğüm ilk kız gibi
içtiğim ilk sigara ilk içki
çıktığım ilk afiş gecesi gibi aklımda tuttum
bir senin adını
adını unuttum
anımsamak kuşları
bıçak uçmaları
Ekim 1987-Metris Eylül 1988
(suda seken hayat, 1993)
BEKLEYİŞ gül diyorum yoksul acıların gölgesinde güllerin solsun istemiyorum ay diyorum sonra ay n'olur bir vaktinde gecenin yaraların açsın istemiyorum hangi sevda vurmuş seni hangi delikanlı gönlüne salvo bakışlarla... soramam zeytin karası gözlerini yoluma yatırma dayanamam. (Şafak Türküsü - 1982) |
GÖÇ 1 göçüyorlar giysilerini onarmışlar akşamdan bir kavgadan bir kavgaya sedir ağaçları altından göçüyorlar ölülerini aralayarak siperlerden kuşatma altında beyaz bayrak bilmeden göçüyorlar sırt çantaları kavga yüklü umutla ayıklanmış gözlerinde çekincesiz ağlayış göçüyorlar yalnız bırakılmışlığın alnına çakarak filistin türküsünü göçüyorlar ayrılık dizilmiş iki yana dimdik ayakta bir ülke gibi geçiyorlar aradan göçüyorlar öpüp ağızlarından karılarını ve göğü kuşatan ölüme bir dizi güvercin uçurup tüfeklerinden güle güle arkadaş kanarya mı şaka mı kafesindeki kuş ölüm değil ya ayrılık nere gitsen bir ağaç gölge ve kuş 2 filistinli kadınlar bizim kadınlarımıza benzer biraz iri dolgun göğüsleri göçebe giysileri bir kök gibi duyarlı sağlam inadına doğurgan savaş kadınları analarımız çok çektiler beyrut'a benziyor yüzleri darmadağın ama kadın selviden ince çınardan yüce bütün kadınlar gibi güzel analıklarını giyip gözlerini upuzun yatırmışlar göç yoluna memelerinde yarınin insanı em bebeğim ısıt avuçlarını ısıt oynak tetiğine tüfeğin 3 göçüyorlar bir kavgadan kavgaya akdeniz'in kıyıcığından uzanıp baksam ve çığırsam ortak türkümüzü selam ederler bir bayrak gibi ellerini güle güle arkadaş güle güle türkiyeli sesim türkiyeli elim sizde kalsın bıçak keskini günler için Haziran-Eylül 1982 (Şafak Türküsü, 1984) |
İNAT sabahın köründe çıkıyorsunuz evden kaybedilmiş savaşın utancı sabahın köründe gölgeniz kardeşten ötesiniz belediye otobüslerinde teriniz etiniz karışıyor birbirine evin delisi gibi kanıksadınız kadıköy karaköy vapurundaki sinan’ı sırayla geçer uykulu gözlerinizden işportacılar dilenciler martılar ve en aptal uyumu dalganın fakat birdenbire bir mendirek gibi girer göğsünüze denizde ölü bir balık olmak isteyen kadın nanikçe bir şey var şu intiharda azbiraz mizah yani geçer geçmez aklınızdan oracıkta yüzünüzü donduran inatla duruyorum işçıkışlarında ellerim gökyüzü kadar geniş hem kör hem topal siz böyle nereye Haziran 1988 (suda seken hayat, 1993) |
MERAKLI BİR KIZLA SÖYLEŞİ ilk şiirini ne zaman yazdın ilk aşık olduğumda ilk ne zaman aşık oldun ilkokula giderken nedenli sevebilir ki çocuk bir insan nasıl severse ama erin bile değil acılar erken büyütüyor bizim ülkede çocukları anlayamadım yirmibeşi geçmiyorsa başımız yedisinde başlarız sevmeye ölümüne severiz onbirinde peki ya aşk nedir en güzel bölüşümdür ne zaman doğdun hangisini soruyorsun o da ne demek 1960'ta büyücek bir bakır leğen içinde iki damla çığlık katışık buğday kokulu anam diz kırıp titrek bacaklarından doğurdu beni aşık olduğumda doğdum ikinci kez ela gözlü bir kızdı narince çabuk kırıldı ama ben dönemedim geriye sonra dostlarım doğurdu beni gürül gürül düşünerek tezgahtar yoktu aramızda ve zindanda şiir adında bir kız tanıdım barıştı kavgaydı insandı sevdim onu o da beni sevdi sevişir doğarız o günden beri duvarlar çok yüksek yakışıklımısın göremiyorum geçen gün şiir yazıyordum açılmış dünyaya kollarım at ötede unutulmuş bir ayna eğilip baktım yüzüme boyuma posuma göğüslerimi şişirdim içeri çektim karnımı yok canım benzetemedim bir şeye gözlerim özlem ateşi alnım kurşun yeri ellerim çocuk eli boyum insan boyu tenim alacaşafak insanım işte olancası bu ölmek nedir yaşadım diyebilmektir ya yaşamak ölebilmektir çırılçıplak orta yerinde yaşamın ama sen cok gençsin kendine bak yüzyıl yaşadım ben anlayamadım önemi yok ben seni anladım Ağustos 1982 (Şafak Türküsü, 1984) |
SICAK SAKLAYIN GECELERİMİ geçici ayrılık benimkisi ilkyaz çiçeğine gebeyim ağıtlar yakmayın adıma ben ölmedim ölmeyeceğim sıcak saklayın gecelerimi karlar altından çıkıp geleceğim düşlerinizin ateşinden ılık bir rüzgar gibi eseceğim demlice bir çay koyun üstüne aç çocuk gibi besleyin sobayı nasıl tütüyorsanız gözlerimde öylece tütsün buharı uzunca serin yatağımı boyunca uzansın ayağım el aman deyince gece usulca kıvrılır yatarım can canım canlarım hazır mı koynunuzdakı yerim gün olur gecikmiş çocuk gibi bağıra çağıra gelirim Aralık 1982 (Şafak Türküsü, 1984) |
SUDA SEKEN HAYAT bindokuzyüzaltmış doğumlular yıldız kanatlı birer kuştular doğru uçtular yanlış uçtular bıkmadan usanmadan uçtular bindokuzyüzaltmış doğumlular yıldız kanatlı birer kuştular fırtınalara bindi ateşi harlayan kanatları en acemi ve en usta gözlerimize değen gözleri kaçamadığımız yangın karanlıkta suda seken taş onların hayatıdır suda seken yassı parlak taş hayatımızın en dehşet anıdır üç kere seker beş kere seker başı bulutlara değer belki varamadı karşı yakaya varacak fakat suda seken hayat Aralık 1988-Aralık 1989 (suda seken hayat, 1993) |
ŞAFAK TÜRKÜSÜ 1 Beni burada arama anne Kapıda adımı sorma Saçlarına yıldız düşmüş Koparma anne Ağlama Kaç zamandır yüzüm tıraşlı Gözlerim şafak bekledim Uzarken ellerim Kulağım kirişte Ölümü özledim anne Yaşamak isterken delice 2 Bugün görüş günü Günlerden salı Islak Sarı bir yağmur Ülkemin neresine bakarsa ay Orada yitik bir anne ağlıyor Sen aralıyorsun yağmuru Acıdan sırılsıklam alnına siper edip elini Sonra bir umut koşuyorsun Yüreğin avcunda ısırırken çırpıntı gözlerini (ah verebilseydim keşke yüreği avcunda koşan herbir anneye tepeden tırnağa oğula ve kıza kesmiş bir ülkeyi armağan koşma anne birdenbire batacak olan düş denizinde yarattığın umut sandalıdır oysa benim için gece ışık hızıyla koşan kısa ve soğuk bir zamandır bu yüzden boğuk seslerle geldiler bir şafak uykusuz yorgun ve korkak 3 sanırım baytardı yüreğimin depreminde rihter ölçeği çatlarken ölebilir raporu veren beyaz önlüklü doktor boşver hipokrat amca üzülme ne olur sen de anne sen de üzülme hücremin dört bir köşesinde el ayak izlerimi ciğerlerimde yırtılan bir çığlıkla hazır beklediğim ve korkunç bir sabırla birbirine eklediğim korkak kahraman gecelerimi düşlerimle sınırsız diretmişliğimle genç şaşkınlığımla çocuk devrederken sıradakine usulca açılıverdi yanağımda tomurcuk pir sultan'ı düşün anne şeyh bedrettin'i börklüce'yi torlak kemal'i düşün anne hala kanaması nedendir faşizmin göğsünde utangaçlığı bile vuramadan yanaklarına yasının onsekizinde ölümüne pervasız yürüyen ince bilekli çıplak ayaklı tanya'nın deniz'i düşün anne her mayıs şafağında uzun uzun döverken darağaçlarını ve o şafaktan doğma onbir yaşını çiğneyip yürüyen çocukları insanları düşün anne düşün ki yüreğin sallansın düşün ki o an güneşli güzel günlere inanan mutlu bir yusufçuk havalansın 4 sıcak omuzlar değerken omzuma buz üstünde yürüdüm yıllar boyu bayraklar ve türkülerle kopunca memelerinden o mükemmel yaşama kurşunlar sıktılar alnıma açık alanlarda ağır kartalların konup kalktığı yalçın kayalardan biriydim ölüp dirildim yeniden güneşli güneşsiz akşamlarda mutlu yarınlar adına özgürlük adına ekmek adına üstüne vardım kuyruğu kanlı itlerin dirilip dönmesin diye hiroşimalar tahtadan atların boynuna çıplak ölümlerle yatmasın diye çocuklar aç gözlerle bakmasın diye çocuklar kardeşlik adına havadaki kuş denizdeki balık adına yürüdüm yıllar boyu dönüp bakmadım arkama ıraktı gözlerim cok ırak izim kalır mı bilmem yürüdüğüm yolda kalsa da silinir gider yalnızca bir ağıt gibi çakılır ardımca gelenlere gözlerimi yaktığım yer 5 tören adımlarıyla ölmek ne garip şey anne kanlı karanlık bir oyunda baş oyuncuyum bütün gözler üstümde sürüyor gecenin karnında şafağa bakan oyun masa üstünde üşüyen bir sigara yanında küçücük bir cam bardak içinde rengi bu gecenin cılız titrek bir kibrit kağıt kalem sandalye geride flu yağlı büküm büküm bir ip ve çingene kuralına uygun değişmez dekoru mudur idam mahkumunun 6 kırılacak cammışım gibi davranıyorlar yüzlerinde zoraki çatılmış bir hüzün oysa birazdan boynumu kıracaklar pul pul dökülecek yaz sivası eylül'ün ben ölümü asıl az ötede titreyen çingenenin kara kıllı ellerinde gördüm anladım ki küllenen sigaradır soğuyan bir bardak çaydır benim ömrüm yani benim güzel annem alacaşafağında ülkemin yıldız uçurmak varken oturup yıldızlar içinde kendi buruk kanımı içtim 7 ne garip duygu şu ölmek öptüğüm kızlar geliyor aklıma bir açıklaması vardır elbet giderken darağacına 8 geride masa üstünde boynu bükük kaldı kağıt kalem bağışla beni güzel annem oğul tadında bir mektup yazamadım diye kızma bana elleri değsin istemedim gözleri değsin istemedim ağlayıp koklayacaktın belki bir ömür taşıyacaktın koynunda usul adımlarla yürüdüm ömrümü karşımda kurum kurum-laşan darağacı (tarlakuşu korkmaz ki korkuluktan ökse de olsa dört bir yanı) birdenbire acıdı boynum gelecekler var birbiri ardınca genç yakışıklı ne olur işçi kadınım az yumuşak dik şu kefenin yakasını 9 yaşamak ağrısı asıldı boynuma oysa türkü tadında yaşamak isterdim çiçekleri kokmak ırmakları akmak yaz boyu çobanaldatanlara aldanmak su başlarında aylak sektirmek kavalımı sonra bir çocuğun afacan bacaklarında anavarca kayalıklarına tırmanmak isterdim o güzel günleri görenler arasında bir soluk ben de yaşamak isterdim bir de luvr müzesinde seyretmek gizliden öperken siya-u jakond'u tebessümünden işte o an saçlarından yakalamak dolunayı bir de yirmibeş kilometreden görebilmek nazım'in gözleriyle pırıl pırıl moskova'yı ölmek ne garip şey anne bayram kartlarının tutsaklığından aşırıp bayramı sedef kakmalı bir kutu içinde vermek isterdim çocukların ellerine sonra sonra benim güzel annem damdan düşer gibi vurulmak isterdim bir kıza 10 künyemi okudular suçumuz malum gecenin kıyısında durmuşum kefenin cebi yok koynuma yıldız doldurmuşum koşun çocuklar çocuklar koşun sabah üstüme üstüme geliyor yanlış mı duydum yoksa erkenci bir horoz mu ötüyor keskin bir acı bilenmiş gitgide yaklaşıyor sonum iri sözlerim yoktu söyleyecek usulca baktım yüzlerine bin yıllık iskeletleri çatırdayarak göçtü ayaklarının dibine korkutamadılar beni anne avlunun ortasında çatık bir kaş gibi duran darağacı bir zaman rüzgarda saçını tarayan telli kavak değil mi boynumdaki kemendi bir oğle sonu bükerken o kız sarı sıcak sevdasını düşünmedi mi söyle anne o çingene bir çicek bahçesi kadar sıcak sokağımızdan bağıra çağıra geçen bohçacı kadını sevmedi mi çılgınca 11 kurulmuş tuzaklar yok artık yolumda işkenceler zindanlar hücreler savunmak yok mutlu tok bir yaşamı açlık grevlerinde beynimi bir sıçan gibi kemiren mideme karşı kısacası bir çiçeği düşünürken ürpermek yok gülmek umut etmek özlemek ya da mektup beklemek gözleri yatırıp ıraklara ölmek ne garip şey anne artık duvarları kanatırcasına tırnağımla şaşkın umutlu şiirler yazamayacağım mutlak bir inançla gözlerimi tavana çakamayacağım baba olamayacağım örneğin toprak olmak ne garip şey anne ceplerimde el yerine balyoz taşırken korkunç bir merakla beklerken kurtuluş haberlerini ve yüreğimin ırmakları taştı taşacakken ölmek ne garip şey anne uçurumlar ki sende büyür dağdır ki sende göçer ben yaprak derim çiçek derim cam diplerinde açmış kanatlarını kozalak derim gül yanaklı çocuğa benzer yine de oğlunu yitirmek kimbilir ne garip şey anne 12 beni burada arama anne kapıda adımı sorma saçlarına yıldız düşmüş koparma anne ağlama kırıldıysa düş evinin kapısı bütün kırık kapıların çağrılısıyım kızların yanaklarında çukurlaşan biten başlayan aşkların ortasındayım her kavgada ölen benim bayrak tutan çarpışan her kadın toprağı tırnaklayarak doğurur beni özlem benim kavga benim aşk benim bekle beni anne bir sabah çıkagelirim bir sabah anna bir sabah acını süpürmek için açtığında kapını umarım kurtuluş haberleriyle dönmüş olur cam ve kekik kokuları içinde acı yüzlü çocuklar o zaman nasıl indirilmişlerse şen şakrak öylece kalkar uykudan salterler dişleyip tükürmeden sigaralarını türkü tadında giyinirken işçiler bir sabah anna bir sabah acını süpürmek için açtığında kapını adı başka sesi başka nice yaşıtım koynunda çicekler çicekler içinde bir ülke getirirler başlarını koymak için yoğun dizine sen hazır tut dizini anne o mükemmel güne Ağustos-Ekim 1983 Şafak Türküsü, 1984)
©Webmaster Tuncer MANKIR Or Lavaraci