Nazım HİKMET 1901-1963
20 Kasım 1901'de Selanik'de doğdu. İlerici ve şairliği olan bir dedenin torunu, dışişlerinde yüksek dereceli memur olan babanın ve Fransızca bilen, piyano çalan, resim yapan bir annenin oğlu olması, iyi bir eğitim görmesini ve küçük yaşta sanatla ilgilenmesini sağladı. Önce bir yıl kadar Fransızca eğitim yapan bir okulda, sonra Göztepedeki Numune Mektebi'nde okudu. Dedesinin etkisiyle şiir yazmaya başlayan Nazım Hikmet'in bir aile toplantısı sırasında okuduğu denizcilerin kahramanlıklarına dair bir şiirden bahriye nazırı Cemal Paşa'nın çok etkilenmesi, onun Heybeliada Bahriye mektebine kaydolmasına neden oldu. 1919'da okuldan mezun olunca, Hamidiye kruvazöründe güverte subaylığı yapmaya başladı. Ancak aynı yılın kışında okulun son sınıfında geçirdiği zatülcenp tekrarlanınca askerlikten çürüğe çıkarıldı. Bu dönemde genç bir şair olarak ünlenmeye başlamıştı. Genellikle işgal altındaki bir ülkenin direniş ruhunu yansıtan şiirler yazıyordu. İlk ödülünü 1920'de Alemdar gazetesinin açtığı bir yarışmada aldı. Aynı yılın sonlarına doğru, Anadolu'da başlamış olan direniş hareketlerine katılmak amacıyla, çocukluk arkadaşı Vala Nurettin ile birlikte Anadolu'ya geçti. Niyetleri milli mücadeleye katılmak olan iki arkadaş Ankara hükümeti tarafından Bolu Lisesi'nde öğretmen olarak görevlendirildi. Burada Spartakist hareketi yakından tanıyan Mehmet Sadık Eti'den etkilenerek, Ekim Devrimi'ni yerinde yaşamak, gözlemek ve Sovyetler Birliği'ni tanımak amacıyla önce Azerbaycan'a, oradan da Profesör Pavloviç'in öğrencisi olmak üzere Moskava'ya gittiler. KUTV(Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi)'da öğrenim gören ilk kuşak arasındaydılar. Nazım Hikmet 1922'de KUTV özel tiyatrosunda, Mustafa Suphi ve arkadaşları için yazdığı "15 Yara" ve "28 Ocak" adlı şiirlerini dramatize ederek sahneledi. 1924'te Parti kararı gereğince, geldiği gibi gene gizlice yurda dönen Nazım, İstanbul'a gönderildi. 1924 ortalarında İstanbul'a döndükten sonra Aydınlık'ta şiir ve yazıları yayımlanmaya başladı.Görüşlerinin olgunlaşmaya başladığı dönem olarak nitelenebilecek bu dönemde artık Nazım için TKP'nin Kongre delegeliğinin yolu da açılmıştı. 1 Ocak 1925'te, Dr.Şefik Hüsnü'nün Beşiktaştaki evinde gerçekleşen 2.TKP Kongresi'ne katıldı ve burada TKP Merkez Komite üyeliğine seçildi.Takrir-i Sükun Kanunu gereğince baskının iyice yoğunlaştığı bir sırada, 1 Mayıs 1925'te yayınlanan bir bildiri yüzünden bütün Aydınlık çevresindekiler ve Parti kadroları tutuklanırken, koğuşturmadan kurtulmak için İzmir'e gitti. Kendisinin de arandığını öğrenince, önce İstanbul'a ardından Sovyetler Birliği'ne geçti. Yine de gıyabında 15 yıl ağır hapis cezasına çarptırıldı. 23 Ekim 1926'da Cumhuriyet bayramında çıkartılan aftan sonra,yurda geri dönmek için yaptığı başvuruların hiçbirine olumlu cevap alamadı. Bu arada, kendisi gibi gıyabında mahkum olan Dr.Şefik Hüsnü'nün çağrısıyla 1926'da Viyana'da gerçekleşen TKP Konferansı'na Moskova'dan delege olarak katıldı. Bu konferans TKP içerisindeki ayrılıkların giderek netleştiği bir toplantı oldu. Parti İcra Komitesi sekreteri Vedat Nedim'in ihbarıyla gerçekleşen 1927 tevkifatının ardından yapılan yargılamalar sırasında, Nazım Hikmet yurtdışında olduğu halde "gizli parti üyesi olmak" suçundan gıyabında 3 ay hapis cezasına çarptırıldı. 1928 sonlarında gizlice yurda geri döndü. Önce Rize'de sahte pasporttan yakalandı ve 3 gün hapis yattı, ardından Ankara'ya sevkedildi ve mahkemenin 3 ay 3 günlük hapis cezasını tutuklu kaldığı sürede tamamladı. Serbest bırakıldığında İstanbul'a giderek Resimli Ay dergisinin yazı kadrosuna katıldı. Bu arada TKP içinde Hamdi Şamilof, Vanlı Kazım, Mustafa Börklüce'yle birlikte, ayrıca oluşturdukları İcra Komites'inin sekreterliğini yaptı. TKP içindeki, Viyana Konferansından beri süregelen anlaşmazlıklarda taraf oldu. O zamana kadar atamayla tespit edilen MK üyeliğine karşı çıkarak en kısa sürede Parti kongresinin toplanması ve yöneticilerin seçimle gelmesi konusunda diretmeye başlayınca, 1930'da Sovyetler Birliği'nden tam yetki ile gelen Hasan Ali Ediz tarafından, başını çektiği muhalefet grubuyla birlikte Parti'den atıldı. Grubuyla oluşturduğu yeni MK ve İcra Komitesi'ni Komintern'e sundu ama Komintern cevap olarak grubunu dağıtmasını ve Komintern'e bağlı Parti'ye katılarak elindeki matbaayı da o gruba vermesi kararı kendisine bildirildi. Komintern'in kararını dinlemedi. Bundan sonra, Komintern yayın organlarında ve Şefik Hüsnü'nün yazılarında "Troçki-polis muhalefeti" olarak teşhir edildi.1961'de yazdığı otobiografik şiirinde bu olayı "Partimden koparmaya yeltendiler/Ama sökmedi" dizesiyle anlatacaktı. Ancak yine de 1930'lar, Türkiye komünist hareketi açısından, Nazım'ın şiirleriyle renklenen bir dönem oldu. Örneğin, Temmuz 1930'da "Salkımsöğüt" ve "Bahri Hazer" adlı şiirlerinin kendi sesinden plağa alınarak(yirmi günde tükendi) halka açık yerlerde çalınması, polisin olaya el koyup plağın yeni baskılarının yapılmasını engellemesiyle sonuçlandı. Ard arda, Sesini Kaybeden Şehir, Benerci Kendini Niçin Öldürdü, Gece Gelen Telgraf adlı şiir kitapları basıldı, Kafatası ve Bir Ölü Evi adlı oyunları ise Darülbedayi'de sahneye kondu. Bu arada bir yandan da kendi muhalefet grubunun gizli siyasi eylemlerini yürütüyordu. Bu nedenle de, 1932'de İstanbul'da Ağırcezada "gizli örgüt kurarak anayasayı değiştirmeye çalışmak" iddiasıyla yargılandı. Haziran 1933'de Bursa'da devam eden ve idam talebiyle başlayan dava, önce 5 yıl hapis cezasına, temyizin kararı bozmasıyla 4'e, Cumhuriyetin 10.yılı nedeniyle çıkan afla da 1 yıla indirilince Nazım'ın 6 ay alacaklı olarak(zaten 1.5 yıl yatmıştı) hapisten çıkıp İstanbul'a geri dönmesiyle son buldu. 17 Ocak 1938'de, hiç beklemediği bir anda son tutuklanışını yaşadı; "askeri isyana teşvik" suçundan toplam 28 yıl ağır hapis cezasına çarptırıldı. Siyasi havanın görece yumuşamasıyla 1946'dan sonra yurtiçinde ve yurtdışında başlayan kampanyalar onu kurtarmaya yetmedi, 8 Nisan 1950'de açlık grevine başladı. DP'nin seçimleri kazanmasının ardından 15 Temmuz 1950'de çıkan af yasasıyla en sonunda hapisten çıkabildi. Fakat bir türlü sonu gelmeyen gözetlenme, onu 17 Haziran 1951'de bir daha geri dönmemek üzere yurtdışına kaçmaya zorladı. Sovyetler Birliği'ne gitti ve burada TKP'nin Harici Bürosu'nda görev alarak siyasi faaliyetlerini sürdürdü. 1963'te ikinci vatanı saydığı Sovyetler Birliği'nde bir kalp krizi sonucu öldü.
İLHAN SELÇUK GELECEĞİN
ŞAİRİ NAZIM HİKMET
Nazım' ın
vatandaşlığını bir hukuk meselesinden, ya da siyasi bir
meseleden çok daha öte 21. yüzyılı ve milenyumu yaşayacak
olan Türkiye' de Nazım' ın bizim önümüzde , bize deniz
feneri gibi bir yol gösterdiğini düşünerek algılayalım. O
ideal, insanın insana kulluğunu yok edecek olan ideal olarak
önümüzdedir.
Ben Nazım olayını geçmişin bir olayı sanmıyorum. Gelecekteki yeri nedir? Geleceğimizin boyutlarının içinde Nazım ne yazar? Ona bakmak gerekiyor.Çünkü artık bir noktaya geldik, o nokta da 21. yüzyıldayız, 3. binyıldayız ve bundan böyle yüzyıl önceki durumda değiliz. Bundan yarım yüzyıl önce Nazım baktığı zaman insanlara, geçmişin ve geleceğin, çok boyutlu devrimci, insancıl mutluluğunun içinde kendi hayatını nereye koyacağını, nasıl karar vereceğini düşünmüş.
Yarım yüzyıldan da önce, 70 yıl önce, 1930'larda dünya allak bullak oluyor ve dünya allak bullak olurken de insanlar düşünüyorlar. Kan revan içinde, 1917 devrimi, arkadan 1923 devrimi, Ulusal Kurtuluş Savaşı. Burası böyle bu tarihte. İnsanlar birbirine giriyorlar. O insanları sayıp dökmek de mümkün değil. Anadolu allak bullak. Bir yandan Ruslar geliyor istila orduları olarak, bir yandan Ruslarla birlikte Ermeniler, bir yandan daha sonrasını da düşündüğümüzde İngilizler, İtalyanlar, Fransızlar, Yunanlılar, Rumlar allak bullak bir Anadolu. Hepsi birbirine giriyor.
Belki beş on sene içinde yaşanan kan revan içinde bir olaylar zinciri, bir olaylar haritası ve insanlar düşünüyorlar. Ne oluyor? Deprem! Toprak oynuyor yerinden ve insanlar bu topraklarda ne yapacaklarını şaşırıyorlar. Öyle olduğu zaman da bunun müthiş eziyeti var ama, bunun tadı da var. Şimdi büyük eziyetler çekerken biz, aynı zamanda içinde yaşadığımız sıcak tarihin eğer anlamını kavrayabiliyorsak, yani tıpkı bir sinemaya gidip de çok olağanüstü bir yönetmenin bir filmini seyrederken, nasıl kendinizi o beyaz perdenin içinden dalarak, tıpkı bir aynanın içinde dalar gibi öte tarafında bilincimizin ve aklımızın ve dünyanın içine girebiliyorsak, şimdi yine ben kendimi öyle hissediyorum. Ve ondan da çok memnunum. Çünkü o zaman insan, insanlığını kavramak olanaklarına kavuşuyor.
Basit Bir Pasaport Meselesi Değil
Nazım Hikmet meselesi
basit bir pasaport ya da kimlik cüzdanı değil. Bir yasalar ya
da hukuk meselesi de değil. İşte Nazım'ın o yaşadığı
1917 devrimini ve Kurtuluş Savaşı içinde olayı
düşündüğümüz zaman yani efendim ona şu şöyle
haksızlık yapmış, bu bunu yapmış, şu şunu yapmış falan, bunun pek bir
kıymeti harbiyesi kalmıyor. Bir kere öyle büyük bir şair
ki, yani her türlü zamana uzanan, delip geçecek elinde bir
yetenek var. Bu onun dışında yaşayan bir insan hepimiz
biliyoruz.
Nazım'ı içeri attılar, dışarı attılar, aldılar, götürdüler... Bunlara da önem vermiyorum artık. Şöyle bir anımı aktarayım:
80'li yılların sonunda 89'du Diyarbakır'a gittik, Ergani'ye gittik, çevreden de efendim insanlar gelmişler, Cumhuriyet okurları falan. Tabi çoğu Kürt. Hatta bir gün böyle bir mecliste sohbet ediyoruz, “İçinizde Türk var mı?” dedim, “Yok abi,” dediler. Hep yapılan baskıları, işkenceleri anlatıp duruyorlar falan. En sonunda o kadar anlatıyorlar ki canım sıkıldı. Orada Ergani'den gelen bir Kürt vardı, pos bıyıklı. Böyle anlatınca dedim ki “Elbet yaparlar dedim, ne anlatıp duruyorsun. Ben Türk’üm bana yaptılar, sen Kürt’sün sana haydi haydi yaparlar.”
Yaşadığımız iklim bu. Bu iklim, 20. yy'ın başlangıcından beri, çalkantısı hiç durmayan bir ortam oluşturuyor. Yeryüzüne damgasını vuran en büyük ihtilal, 1917'de yaşanıyor. Bitmiş değil, yaşanıyor. Sovyetler'in yıkılması, o ihtilalin dünya tarihinde ve insanlıktaki anlamını küçültmez. Çünkü orada bir amaç var. O bir kere insanın aklına düşmüş. Yani insanın, işte Nazım'ın o ünlü şiirinde olduğu gibi "Yok edin insanın insana kulluğunu" müthiş birşey yaşanıyor, herkes heyecan içinde. O heyecanı duymayan zaten 20. yy'lı yaşamamış demektir. O yaşanıyor, o yaşanırken tabi eğer tarihi ve gerçekliği insan özümseyebiliyorsa, şunu da algılıyabilir. Belki o ihtilalin, o devrimin boyutlarını aklen kavrayamayan bir sürü insanla köylü olsun, işçi olsun, asker olsun, sivil olsun katılıyor ona. Katıldığı zaman da ortaya bir karmakarışık birşey çıkıyor ama kitleler böyle dalgalanıyorlar.
1923: Gerçekçi Bir Devrim
Nazım o sırada, hem Kurtuluş Savşı'nın içinde, hem de 1917
İhtilali'nin içinde. İçine bir köz düşmüş bir kere ve
baktığımız zaman 1917 ile 1923 eş zamanlı ve birbirine
dayanışıyor. Tabii, 1923 gerçekçi bir devrim. 1917
devriminin en büyükleri, onun değerleri teslim etmişler,
ancak Anadolu'da böyle birşey olabilir, yukarıdaki gibi olmaz.
Nitekim Aralof'la Mustafa Kemal konuştuğu zaman, Aralof
biliyorsunuz anılarında yazar, sosyalizm yapın der. Mustafa
Kemal de der ki, “O bizde olmaz", o koşullar yok, çok açık net. “Sizin
şartlarınız başka” der. Aralof; “Köylülerle yapın”
der. Mustafa Kemal “Yok,” diye yanıtlar.
Köylülerle sosyalizmin bir ölçüde belki duyumsanabileceği ama ayaklarını da toprağa dayayamayacağı burada sonradan anlaşıldı. Ama burada Anadolu ihtilali diye bir ihtilal var, bu ihtilal de karşı devrimle yok edilmek istendi, yukarıdakinin de yok edildiğini var saymıyorum. Bir kez birşey gerçekleşti mi ondan sonra onu yok etmek mümkün değildir. Biliyorsunuz, Stendhal'in “Kırmızı ve Siyah” romanında; romanın iki kahramanı genç kızla delikanlı bahçede yürürler, o sırada orda bir baron vardır. Der ki “Aralarında bir kez bir aşk lafı geçse bu iş bitti,” der.
Zenciler eziliyor dendiği anda dünya değişmiştir. Artık siyahla beyazın arasındaki ilişki değişmiştir. Sadece ağızdan çıktığı anda, çünkü o bir içeriden gelen düşüncenin dile dönüşmesidir. Döndüğü anda da bir gerçek başka bir gerçeğe yerini terk ediyor. Belki zenciler eziliyor dediğiniz anda, zenciler daha yüzlerce yıl ezilebilir ama eninde sonunda ezilmeyeceklerdir. Onun gibi insanlar alın terini, emeği, eşitliği insanlığı bir kez telafuz ettikten sonra artık o değişmez. Fakat ne zamana kadar yürür gider o ayrı konu.
Nazım geldikten sonra burada 1923 ihtilali bir devrime dönüştükten sonra, işte o devlet bir devrimin devletidir. Devrimci bir devlettir. Yukarıdaki 1917 de bir devlete dönüşüyor, o devlet bir baskı aracına dönüşüyor. Çünkü devlet her zaman bir baskı aracıdır. Aşağıda da bir devlet var o da bir baskı aracına dönüşüyor. Ama Nazım'ın şiiri ve ideali eğer bu Anadolu'da gerçekleşen devrimin ta ötesinde bir ufku özlüyorsa, o devlet de ona, hele o devlet, o imkanı vermez, çünkü o devlettir artık. Bir ihtilalle kurulmuştur ama bir devlettir. Onun için baskılar falan, bunlara baktığımız zaman o tarihsel zemin ve zaman üzerinde bunların asıl özünü kavramak lazım.
Devletle Barışamayan Nazım
Ve bildiğiniz gibi 1923 devrimi. Türkiye'de şairlerle,
yazarlarla, devleti barıştırmıştır. Ama barışmayanlar da
var. Bunlardan biri Nazım, birisi Mehmet Akif. Mehmet Akif 1923
devrimine karşı olduğu için barışamadı, Mısır'a kaçtı.
Ama Nazım 1923 devriminin de daha ötesinde bir devrimi
şiirlerinde işlediği için ve özlemini duyduğu için 1923'le
bir ölçüde barıştı. Kurtuluş Savaşı Destanı işte o
ihtilalin özünü
yansıtan boyutları içeriyor. Ama sonuçta daha ötesindeydi
onun ufku.
Ama öbürü de gerçekçiydi ve elbette Yakup Kadri'yle de ya da Reşat Nuri'yle de, Fazıl Hüsnü Dağlarca'yla da barışık ama Nazım'la değil. Onunla da barışamıyor, daha ötesini istiyor. Aradaki çatışmanın özü budur. Şimdi tabi çok partili rejime kadar gelen ayrı bir olay, çok partili rejimden sonra 1923 devrimine de bir karşı devrim girdi gündeme, işte bugün Bakanlar Kurulu'nda Nazım hakkında ileri geri konuşan bir takım bakanlar bu karşı devrimin tohumlarıdır. Onları da anlamak lazım. Onun kafası henüz basmıyor. Yani bu kararın altına imza atmam diyor. Çünkü diyor; vatan hainidir. Türkiye'nin bağımsızlığını satan bütün kararnameler geldiği zaman hepsini imzalıyor. Ama Nazım'ın karnamesini imzalamıyor. Çünkü kendisinin vatana ihanet ettiğinin bilincinde değil. Onu da hoş görmek lazım. Çünkü o da o kadar, yani insanların kapasitesi kendine göre. Anlamaya ve kendisine anlatmaya çalışmak gerekiyor.
Şimdi burada vatan haini dediğimiz zaman vatanseverlik giriyor gündeme, yani yurtseverlik. Şimdi bu yurtseverlik ve milliyetçilik ikisi birbirinden ayrı şeyler. Kim yaşıyorsa burda; Ermeni olabilir, Rum olabilir, Kürt olabilir, Çerkes olabilir, Abaza olabilir. İnsanın yurdunu sevmesi apayrı bir şey. Ama milliyetçiliği yurdunu sevmekten ötede başka bir millete karşı düşmanlık ve aşağılama noktasına getirdiğiniz zaman o ırkçı milliyetçilik olur. Bizim savunduğumuz milliyetçilik o değil.
Nazım, 20. yüzyılın şairi olmakla birlikte 21. yüzyılda da hepimize yol gösterecek bir güce sahip. Ben Nazım'la ne zaman tanıştım? Tabi anını sanını biliyoruz, şiirleri ortada yok ve benim okuduğum yıllarda edebiyat kitaplarında da yok.
Tek partili rejimden, çok partili rejime geçiş sürecinin yaşandığı günlerde, ben bir gün Sirkeci'den Babıali yokuşuna çıkarken İzmir'li bir şerbetçi vardı benim kuşağımdan olanlar hatırlarlar. Oralarda dolaşırken Zincirli Hürriyet satılıyordu. Zincirli Hürriyet'de anımsanığım kadarıyla o zamandan beri görmedim ama iki elinde bileklerinde zincir bulunan bir başlığı vardı. Birinci sayfasında Nazım'ın ünlü “Dört nala uzanıp Uzak Asya'dan, Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan” şiiri vardı. Orada ayak üstü bir Zincirli Hürriyet aldım ve okudum. Okur okumaz da çakıldım. Çünkü bu dediğim ya 1946 ya da 1947'dir.
1962’de Nazım’ı Yön’de
Nasıl Yayınladık
Gelelim 1962 yılına. Yön Dergisi'ni çıkarıyoruz. Bir gün
Doğan Avcıoğlu geldi dedi “İlhan, Nazım'ın şiirlerini
yayımlayalım”. Ben tabii birdenbire afalladım. Dur dedim ne
yapıyoruz? Hiç bir yasak yok.
Yasaklar o zaman şöyleydi. 50'lerde, Türkiye'nin büyük bir dönüm noktasıdır. Üzerinde daha fazla durulması gerekir. 6-7 Eylül 1955. 6-7 Eylül'de bildiğiniz gibi, İstanbul'un altı üstüne getirildi ve büyük suçlar işlendi. Hiristiyan yurttaşlara karşı işlendi. Ben şunu hatırlıyorum; mizah dergisi çıkarıyorduk Dolmuş isminde. Akşam üstü Babıali'den Cağloğlu'na çıktık arkadaşlarla. Ortalıkta vasıta falan da görünmüyor, işlemiyor. Köprüyü geçtik, tüneli tırmandık, Beyoğlu'na geçtik. Beyoğlu Caddesi'nde yürümeye başladık. İnanılır bir manzara değil. İstiklal Caddesi Taksim'e kadar, yer görünmüyordu, parke taşları görünmüyordu ve baştan aşağı elbiseler, etekler, pantolonlar ve aklınıza gelebilecek ne varsa, dükkanlar boşaltılmıştı. Ama dükkanlar yağmalanmamıştı bütün her şey sokaktaydı. Hala elindeki demir çubuklarla kepenkleri kaldıran ve kepenkleri kaldırıp da herşeyi caddeye atıyorlar. Sümerbank'ı da yağmaladılar. Almıyor kumaşı caddeye atıyor hırsından, dışavurum, birşey yapmak istiyor falan, onların üzerinde yürüyerek geri geldim .
O dönem Harbiye'de 20-30 tane adamı toplayalım, bu işi komünistler yapıyor diye içeri atalım diyen bir hükümet vardı. Böyle bir olayda, eğer bir ülkede demokrasi varsa böyle bir olay yaşandığı yerde (Menderes Hükümeti vardı) hükümetin istifa etmesi gerekiyordu. Tık demediler. O sıralarda Aziz Nesin gibi, Rıfat Ilgaz gibi solcu damgasıyla damgalanmış kişiler yazılarını kendi adlarıyla yayımlayamadı, başka isimlerle yazdılar mizah dergilerine. Sonra bir ara sanki bir iç devrim gibi birşey oldu.Ve Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz Dolmuş Dergisi'nde kendi adlarıyla yazılar yayımlamaya başladılar. Böyle bir dönemdi.
İnsanın İnsana Kulluğunu Yok
Edecek İdeal Önümüzdedir
Türkiye buralardan geçti. Çok partili rejim gelmiş, Demokrat
Parti gelmiş, gelir gelmez fikir özgürlüğünü
kısıtlamış. Düşünün Halk Partisi zulmü diyorsunuz,
demokrasi delindi diyorsunuz, beyaz devrim diyorsunuz, iktidara
geçiyorsunuz ve 141-142. Maddeleri daha da
ağırlaştırıyorsunuz. Türkiye bunları yaşadı, onun için
insanlar olaylara
bakarken zaman ve mekan içinde şaşırmamak durumundalar.
DP'nin gelişi tam karşı devrimdir.
1962'de Doğan Avcıoğlu Nazım'ı yayımlayalım dediği zaman afallamıştım, bir tartıştık yayımlarsak ne olur diye. Neticede işte Kurtuluş Savaşı Destanı'ndan bir şiiri yayımlandı, herkes şaştı kaldı. Çünkü Nazım o sırada problem.
Ondan sonra 1962 yılında ben Fransa'ya gitmiştim. Nazım bu olaydan çok mutlu, ama ben Abidin Dino ile görüşüyorum sık sık. İşte görüşelim dedi, görüşemedik. Geldik 70 yılına, gene Nazım, 90'a geldik gene Nazım, Şimdi yüzyılı devirdik, milenyumu devirdik gene Nazım. O zaman Nazım’ın vatandaşlığını bir hukuk meselesinden, ya da bir siyasi meseleden çok daha öte 21. yüzyılı ve milenyumu yaşayacak olan Türkiye'de Nazım'ın bizim önümüzde, bize deniz feneri gibi bir yol gösterdiğini düşünerek algılayalım. O ideal, insanın insana kulluğuun yok edecek ideal önümüzdedir. Nazım geçmişin değil, geleceğin şairidir.
Seni Düşünmek
Seni düşünmek güzel şey, ümitli şey,
Dünyanın en güzel sesinden
En güzel şarkıyı dinlemek gibi birşey...
Fakat artık ümit yetmiyor bana,
Ben artık şarkı dinlemek değil,
Şarkı söylemek istiyorum.
Seviyorum Seni
Seviyorum seni ekmeği tuza banıp yer gibi
Geceleyin ateşler içinde uyanarak
Ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,
Ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz,
Telaşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi.
Seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi.
İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık
İçimde kımıldanan birşeyler gibi
Seviyorum seni 'yaşıyoruz çok şükür' der gibi.
Bir Ayrılış Hikayesi...
Erkek kadına dedi ki:
-Seni seviyorum,
ama nasıl,
avuçlarımda camdan bir şey gibi kalbimi sıkıp
parmaklarımı kanatarak
kırasıya
çıldırasıya...
Erkek kadına dedi ki:
-Seni seviyorum,
ama nasıl,
kilometrelerle derin, kilometrelerle dümdüz,
yüzde yüz, yüzde bin beş yüz,
yüzde hudutsuz kere yüz...
Kadın erkeğe dedi ki:
-Baktım
dudağımla, yüreğimle, kafamla;
severek, korkarak, eğilerek,
dudağına, yüreğine, kafana.
Şimdi ne söylüyorsam
karanlıkta bir fısıltı gibi sen öğrettin bana..
Ve ben artık
biliyorum:
Toprağın -
yüzü güneşli bir ana gibi -
en son en güzel çocuğunu emzirdiğini..
Fakat neyleyim
saçlarım dolanmış
ölmekte olan parmaklarına
başımı kurtarmam kabil
değil!
Sen
yürümelisin,
yeni doğan çocuğun
gözlerine bakarak..
Sen
yürümelisin,
beni bırakarak...
Kadın sustu.
SARILDILAR
Bir kitap düştü yere...
Kapandı bir pencere...
AYRILDILAR...
Anlayamadılar
Biz ince bel, ela göz, sütun bacak için sevmedik güzelim
Gümbür gümbür bir yürek diledik kavgamızda...
Ateşin yanında barut, barutun yanında ateş olasın diye! ..
Rakı sofralarında söylenip, acı tütün çiğnercesine sevdik
ANLAYAMADILAR
Ben Senden Önce Ölmek İsterim...
N.Hikmet'e, eşi Piraye tarafından kendisi hapishanedeyken yazılmış
Ben
senden önce ölmek isterim.
Gidenin arkasından gelen
gideni bulacak mi zannediyorsun?
Ben zannetmiyorum bunu.
İyisi mi,
beni yaktırırsın,
odanda ocağın
üstüne korsun
içinde bir kavanozun.
Kavanoz camdan olsun,
şeffaf,
beyaz camdan olsun
ki içinde beni görebilesin
Fedakârlığımı anlıyorsun:
vazgeçtim toprak olmaktan,
vazgeçtim çiçek olmaktan
senin yanında kalabilmek için.
Ve toz oluyorum
yaşıyorum yanında senin.
Sonra, sende ölünce
kavanozuma gelirsin.
Ve orada beraber yaşarız
külümün içinde külün
ta ki bir savruk gelin
yahut vefasız bir torun
bizi ordan atana kadar...
Ama
biz
o zamana kadar
o kadar karışacağız ki birbirimize,
atıldığımız çöplükte bile
zerrelerimiz
yan yana düşecek.
Toprağa beraber dalacağız.
Ve bir gün yabani bir çiçek
bu toprak parçasından nemlenip filizlenirse
sapında muhakkak iki çiçek açacak:
biri
sen
biri de
ben.
Ben
daha olumlu düşünüyorum
Ben daha bir çocuk doğuracağım
Hayat taşıyor içimden.
Kaynıyor kanım.
Yaşayacağım, ama çok, pek çok,
ama sen de beraber.
Ama ölüm de korkutmuyor beni.
Yalnız pek sevimsiz buluyorum
bizim cenaze şeklini.
Ben ölünceye kadar da
Bu düzelir herhalde.
Hapisten çıkmak ihtimalin var mı bugünlerde?
İçimden bir şey:
belki diyor.
Yine Sana Dair
Sende; ben, kutba giden bir geminin sergüzeştini,
Sende; ben, kumarbaz macerasını keşiflerin,
Sende uzaklığı,
Sende; ben, imkansızlığı seviyorum.
Güneşli bir ormana dalar gibi dalmak gözlerine
Ve kan ter içinde, aç ve öfkeli,
Ve bir avcı iştahıyla etini dişlemek senin.
Sende, ben, imkansızlığı seviyorum,
Fakat asla ümitsizliği değil...
Tahir'le Zühre Meselesi...
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil,
bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte
yani yürekte.
Meselâ bir barikatta dövüşerek
meselâ kuzey kutbunu keşfe giderken
meselâ denerken damarlarında bir serumu
ölmek ayıp olur mu?
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.
Seversin dünyayı doludizgin
ama o bunun farkında değildir
ayrılmak istemezsin dünyadan
ama o senden ayrılacak
yani sen elmayı seviyorsun diye
elmanın da seni sevmesi şart mı?
Yani Tahiri Zühre sevmeseydi artık
yahut hiç sevmeseydi
Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.
Yaşamaya Dair (1-2-3)
1
Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani bütün işin gücün yaşamak olacak.
Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak yanı ağır bastığından.
2
Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız,
yani, beyaz masadan,
bir daha kalkmamak ihtimali de var.
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına,
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden,
yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz
en son ajans haberlerini.
Diyelim ki, dövüşülmeye değer bir şeyler için,
diyelim ki, cephedeyiz.
Daha orda ilk hücumda, daha o gün
yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün.
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu,
fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz
belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.
Diyelim ki hapisteyiz,
yaşımız da elliye yakın,
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.
Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız,
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla
yani, duvarın ardındaki dışarıyla.
Yani, nasıl ve nerede olursak olalım
hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak...
3
Bu dünya soğuyacak,
yıldızların arasında bir yıldız,
hem de en ufacıklarından,
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani,
yani bu koskocaman dünyamız.
Bu dünya soğuyacak günün birinde,
hatta bir buz yığını
yahut ölü bir bulut gibi de değil,
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak
zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.
Şimdiden çekilecek acısı bunun,
duyulacak mahzunluğu şimdiden.
Böylesine sevilecek bu dünya
'Yaşadım' diyebilmen için...
24 Eylül 1945
En güzel deniz:
Henüz gidilmemiş olanıdır.
En güzel çocuk:
Henüz büyümedi.
En güzel günlerimiz:
Henüz yaşamadıklarımız.
Ve sana söylemek istediğim en güzel söz:
Henüz söylememiş olduğum sözdür...
Sen Benim Sarhoşluğumsun
Sen benim sarhoşluğumsun
ne ayıldım
ne ayılabilirim
ne ayılmak isterim
başım ağır
dizlerim parçalanmış
üstüm başım çamur içinde
yanıp sönen ışığına düşe kalka giderim
Mavi Gözlü Dev
O mavi gözlü bir devdi.
Minnacık bir kadın sevdi.
Kadının hayali minnacık bir evdi,
bahçesinde ebruliii
hanımeli
açan bir ev.
Bir dev gibi seviyordu dev.
Ve elleri öyle büyük işler için
hazırlanmıştı ki devin,
yapamazdı yapısını,
çalamazdı kapısını
bahçesinde ebruliii
hanımeli
açan evin.
O mavi gözlü bir devdi.
Minnacık bir kadını sevdi.
Miniminnacıktı kadın.
Rahata acıktı kadın
yoruldu devin büyük yolunda.
Ve elveda! deyip mavi gözlü deve,
girdi zengin bir cücenin kolunda
bahçesinde ebruliii
hanımeli
açan eve.
Şimdi anlıyor ki mavi gözlü dev
Dev gibi sevgilere mezar bile olamaz
bahçesinde ebruliii
hanımeli
açan ev.
Ceviz Ağacı...
Başım köpük köpük bulut, içim dışım deniz,
ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda,
budak budak, şerham şerham ihtiyar bir ceviz.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda.
Yapraklarım suda balık gibi kıvıl kıvıl.
Yapraklarım ipek mendil gibi tiril tiril,
koparıver, gözlerinin, gülüm, yaşını sil.
Yapraklarım ellerimdir, tam yüz bin elim var.
Yüz bin elle dokunurum sana, İstanbul'a.
Yapraklarım gözlerimdir, şaşarak bakarım.
Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul'u.
Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım.
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.
Ağlamak Meselesi
Nasıl etmeli de ağlayabilmeli
farkına bile varmadan?
Nasıl etmeli de ağlayabilmeli
ayıpsız,
aşikare,
yağmur misali?
Neylersin alışkanlık
için kan ağlarken yüzün güler
dikilitaş gibi dinelirsin yine.
Yavrum, erişmek ne müşkülmüş meğer,
anneler gibi ağlamanın yiğitliğine?
Gözlerin...
Gözlerin gözlerin gözlerin,
ister hapisaneme, ister hastaneme gel,
gözlerin gözlerin gözlerin hep güneşte,
şu Mayıs ayı sonlarında öyledir işte
Antalya tarafında ekinler seher vakti.
Gözlerin gözlerin gözlerin,
kaç defa karşımda ağladılar
çırılçıplak kaldı gözlerin
altı aylık çocuk gözleri gibi kocaman ve çırılçıplak,
fakat bir gün bile güneşsiz kalmadılar.
Gözlerin gözlerin gözlerin,
gözlerin bir mahmurlaşmayagörsün
sevinçli bahtiyar
alabildiğine akıllı ve mükemmel
dillere destan bir şeyler olur dünyaya sevdası insanın.
Gözlerin gözlerin gözlerin,
sonbaharda öyledir işte kestanelikleri Bursa'nın
ve yaz yağmurundan sonra yapraklar
ve her mevsim ve her saat İstanbul.
Gözlerin gözlerin gözlerin,
gün gelecek gülüm, gün gelecek,
kardeş insanlar birbirine
senin gözlerinle bakacaklar gülüm,
senin gözlerinle bakacaklar.
25 Eylül 1945
Meydan yerinde kampana vurdu.
Neredeyse koğuşların kapıları kapanır.
Bu sefer hapislik uzun sürdü biraz:
8 yıl...
Yaşamak ümitli bir iştir, sevgilim.
Yaşamak:
seni sevmek gibi ciddi bir iştir.
5 Kasım 1945
Çiçekli badem ağaçlarını unut.
Değmez,
bu bahiste
geri gelmesi mümkün olmayan hatırlanmamalı.
Islak saclarını güneşte kurut:
olgun meyvelerin baygınlığıyla pırıldasın
nemli, ağır kızıltılar...
Sevgilim,
mevsim
sonbahar...
Karıma Mektup
11-11-1933
Bursa
Hapishanesi
Bir tanem!
Son mektubunda:
'Başım sızlıyor yüreğim sersem! ' diyorsun.
'Seni asarlarsa seni kaybedersem;
diyorsun;
'yaşıyamam! '
Yaşarsın karıcığım,
kara bir duman gibi dağılır hatıram rüzgarda; yaşarsın kalbimin
kızıl saçlı bacısı
en fazla bir yıl sürer
yirminci asırlılarda
ölüm acısı.
Ölüm
bir ipte sallanan bir ölü.
Bu ölüme bir türlü
razı olmuyor gönlüm.
Fakat
emin ol ki sevgilim;
zavallı bir çingenenin
kıllı, siyah bir örümceğe benzeyen eli
geçirecekse eğer
ipi boğazıma,
mavi gözlerimde korkuyu görmek için
boşuna bakacaklar
Nazıma!
Ben,
alaca karanlığında son sabahımın
dostlarımı ve seni göreceğim,
ve yalnız
yarı kalmış bir şarkının acısını
toprağa götüreceğim...
Karım benim!
İyi yürekli
altın renkli,
gözleri baldan tatlı arım benim:
ne diye yazdım sana
istendiğini idamımın,
daha dava ilk adımında
ve bir şalgam gibi koparmıyorlar
kellesini adamın.
Haydi bunlara boş ver.
Bunlar uzak bir ihtimal.
Paran varsa eğer
bana fanila bir don al,
tuttu bacağımın siyatik ağrısı,
Ve unutma ki
daima iyi şeyler düşünmeli
bir mahpusun karısı.
Asya Afrika Yazarlarına...
Kardeşlerim
bakmayın sarı saçlı olduğuma
ben Asyalıyım
bakmayın mavi gözlü olduğuma
ben Afrikalıyım
ağaçlar kendi dibine gölge vermez benim orda
sizin ordakiler gibi tıpkı
benim orda arslanın ağzındadır ekmek
ejderler yatar başında çeşmelerin
ve ölünür benim orda ellisine basılmadan
sizin ordaki gibi tıpkı
bakmayın sarı saçlı olduğuma
ben Asyalıyım
bakmayın mavi gözlü olduğuma
ben Afrikalıyım
okuyup yazma bilmez yüzde sekseni benimkilerin
şiirler gezer ağızdan ağıza türküleşerek
şiirler bayraklaşabilir benim orda
sizin ordaki gibi
kardeşlerim
sıska öküzün yanına koşulup şiirlerimiz
toprağı sürebilmeli
pirinç tarlalarında bataklığa girebilmeli
dizlerine kadar
bütün soruları sorabilmeli
bütün ışıkları derebilmeli
yol başlarında durabilmeli
kilometre taşları gibi şiirlerimiz
yaklaşan düşmanı herkesten önce görebilmeli
cengelde tamtamlara vurabilmeli
ve yeryüzünde tek esir yurt tek esir insan
gökyüzünde atomlu tek bulut kalmayıncaya kadar
malı mülkü aklı fikri canı neyi varsa verebilmeli
büyük hürriyete şiirlerimiz
Seni Düşünüyorum
Seni Düşünüyorum
Türkiye Komünist Partisi,
T. K. P.’m benim,
seni düşünüyorum.
Sen dünümüz, bugünümüz, yarınımızsın,
en büyük ustalığımız,
en ince hünerimizsin.
Sen aklımız, yüreğimiz ve yumruğumuzsun.
Dünyada bir anılır şanlı soyun var:
sen küçük kardeşisin V.K.P.(B)’nin.
Sen bana bugün
Mübarek alnındaki yara yerinle
ve işçi bileklerinde zincir izleriyle göründün.
yürüyorsun dimdik, pırıl pırıl.
Ömrümde yalnız seninle
Bacımınkiler gibi gök gözlü şehrim,
İstanbul’um,
seni düşünüyorum.
Oturmuşum deniz kıyısına,
bakıyorsun limana giren Amerikan zırhlısına.
Hastasın, açsın, öfkelisin.
O da bakıyor sana,
hem de nasıl,
efendinmiş,
patronunmuş,
sahibinmiş gibi itoğlu it.
Bozkırdaki tarlalar sizi düşünüyorum.
Belki karasapanla sürülürdünüz,
kavruk olurdu ekininiz,
kavruktu mavruktu, buğday idi ya,
Amerikan şimdi beton dökmüş oraya,
ölüme uçak alanı yapmış sizi.
Uzun uzun şoseler sizi düşünüyorum.
Üstünüzden kervan geçmez, kuş uçmaz,
ölmeğe, öldürmeğe gidilir yalnız.
Seni düşünüyorum tornacı Rahmi.
Belki bu sabah basıldı evin,
belki şimdi Birinci Şubedesin,
kolların kelepçeli arkadan,
Kan içinde yüzün gözün.
Biliyorum söyletemezler:
“Barış Yolu” dergisini kimden alıp dağıttığını.
[..................................................................
.......................................................
...........................................
..................................................................]
Seni düşünüyorum Hatçe kadın.
İnsandan çok arık toprağa benziyorsun,
hayır topraksızlığa.
Beş çocuk doğurdun, üçü öldü.
Fakir köy halkını peşine taktın.
gidiyorsun zaptetmeğe
süngülerin ardındaki bey toprağını.
Üniversiteli kız seni düşünüyorum.
İçerdesin bir yıldır,
en az üç yıl verecekler.
Bana bir şiirimi okumuştun,
sesin kulağımda hala.
Seni düşünüyorum sayacı İsmail Usta,
Marşal emretti, açıldı gümrük kapıları,
sen dükkanın kapısını kapattın,
zarf, kaat sattın
Galatasaray da, postanenin orda.
Dilendin sonra,
sonra öldün veremden
ev halkıyla beraber.
Seni düşünüyorum anne.
Büsbütün perde indi mi gözlerine?
Karanlıkta mısın?
Karıcığım, seni düşünüyorum.
Sütün kesildi mi büsbütün,
emziremiyor musun artık tosunumu
Memed’imi?
Ev kirasını bu ay verebildin mi?
Ben aklında mıyım?
Mavi bulutlar geçiyor altın kubbelerin üzerinden,
kırmızı bacaların,
beyaz kulelerin üzerinden mavi bulutlar geçiyor.
Bakıyorum Moskova’nın pencerelerinden birinden
seni düşünüyorum memleketim
memleketim, Türkiye’m seni düşünüyorum
zaten bir dakka çıktığın yok aklımdan,
hasretin dayanılır gibi değil
Moskova’da yaşamanın saadeti olmasa,
burda herkes sormasa seni benden,
Sovyet insanlarından her gün mektup gelmese,
sevmese seni onlar
benim onları sevdiğim kadar.
Moskova,9.10.1951
Bir Hazin Hürriyet...
Satarsın gözlerinin dikkatini, ellerinin nurunu, bir lokma bile tatmadan
yoğurursun
bütün nimetlerin hamurunu.
Büyük hürriyetinle çalışırsın el kapısında, ananı ağlatanı
Karun etmek hürriyetiyle hürsün!
Sen doğar doğmaz dikilirler tepene,
işler ömrün boyunca durup dinlenmeden yalan
değirmenleri,
büyük hürriyetinle parmağın şakağında düşünürsün vicdan
hürriyetiyle hürsün!
Başın ensenden kesik gibi düşük,
kolların iki yanında upuzun,
büyük hürriyetinle dolaşıp durursun,
işsiz kalmak hürriyetiyle hürsün!
En yakın insanınmış gibi verirsin memleketini, günün birinde, mesela,
Amerika'ya ciro ederler onu seni de büyük hürriyetinle beraber,
hava üssü olmak hürriyetiyle hürsün!
Yapışır yakana kopası elleri Valstrit'in, günün birinde, diyelim ki,
Kore'ye gönderilebilirsin, büyük hürriyetinle bir çukura
doldurulabilirsin, meçhul asker olmak hürriyetiyle hürsün!
Bir alet, bir sayı, bir vesile gibi değil insan gibi yaşamalıyız dersin,
büyük hürriyetinle basarlar kelepçeyi,
yakalanmak, hapse girmek, hatta asılmak hürriyetinle
hürsün
Ne demir, ne tahta, ne tül perde var hayatında, hürriyeti seçmene lüzum yok
hürsün.
Bu hürriyet hazin şey yıldızların altında.
Bir Fikir
Ne güzel denilen bir yüze değil,
Sevdaya vurgundur benim bu gönlüm.
Geceye, mehtaba, gündüze değil,
Hayata bağlıdır kalbdeki düğüm.
Göğsüme hangi renk saçlar yayılsa,
Kalbimi saracak gölge aynıdır,
O ruh, Kabe'de de secdeyi kılsa,
Dua'nın gittiği ülke aynıdır.
23 Eylül 1945
O şimdi ne yapıyor
şu anda, şimdi,şimdi?
Evde mi, sokakta mı,
çalışıyor mu, uzanmış mı,
ayakta mı?
Kolunu kaldırmış olabilir,
--- hey gülüm,
beyaz, kalın bileğini nasıl da çırçıplak eder bu bu hareketi!...
O şimdi ne yapıyor,
şu anda, şimdi, şimdi?
Belki dizinde bir kedi yavrusu var,
okşuyor.
Belki de yürüyordur, adımını atmak üzredir,
-- her kara günümde onu bana tıpış tıpış getiren
sevgili, canımın içi ayaklar!...
Ve ne düşünüyor
beni mi?
Yoksa
ne bileyim
fasulyanın neden bir türlü pişmediğini mi?
Yahut, insanların çoğunun
neden böyle bedbaht olduğunu mu?
O şimdi ne düşünüyor,
şu anda, şimdi, şimdi?...
Ayağa Kalkın Efendiler
Behey! kaburgalarında ateş bir yürek yerine
idare lambası yanan adam!
Behey armut satar gibi
san'atı okkayla satan san'atkar!
Ettiğin kâr
kalmayacak yanına!
soksan da kafanı dükkanına,
dükkanına yedi kat yerin dibine soksan;
yine ateşimiz seni
yağlı saçlarından tutuşturarak
bir türbe mumu gibi damla damla eritecek!
çek elini sanatın yakasından
çek!
Çekiniz!
Bıyıkları Pomatlı ahenginiz
süzüyor gözlerini hala
<> karşı!
Fakat bugün
ağzımızdaki ateş borularla
çalınıyor yeni sanatın marşı!
Yeter artık Yenicimi tıraşı,
yeter!
Ayağa kalkın efendiler...
Beyazıt Meydanındaki Ölü...
Bir ölü yatıyor
on dokuz yaşında bir delikanlı
gündüzleri güneşte
geceleri yıldızların altında
İstanbul'da, Beyazıt Meydanı'nda.
Bir ölü yatıyor
ders kitabı bir elinde
bir elinde başlamadan biten rüyası
bin dokuz yüz altmış yılı Nisanında
İstanbul'da, Beyazıt Meydanı'nda.
Bir ölü yatıyor
vurdular
kurşun yarası
kızıl karanfil gibi açmış alnında
İstanbul'da, Beyazıt Meydanı'nda.
Bir ölü yatacak
toprağa şıp şıp damlayacak kanı
silâhlı milletimin hürriyet türküleriyle gelip
zaptedene kadar
büyük meydanı.
Açların Gözbebekleri
Değil birkaç
değil beş on
otuz milyon
aç
bizim!
Onlar
bizim!
Biz
onların!
Dalgalar
denizin!
Deniz
dalgaların!
Değil birkaç
değil be on
30.000.000
30.000.000!
Açlar dizilmiş açlar!
Ne erkek, ne kadın, ne oğlan, ne kız
sıska cılız
eğri büğrü dallarıyla
eğri büğrü ağaçlar!
Ne erkek, ne kadın, ne oğlan, ne kız
açlar dizilmiş açlar!
Bunlar!
Yürüyen parçaları
o kurak
toprakların!
Kimi
kemik
dizlerine vurarak
yuvarlak
bir karın
taşıyor!
Kimi
deri... deri!
Yalnız
yaşıyor
gözleri!
Uzaktan
simsiyah sivriliği
nokta nokta uzayıp damara batan
kocaman balı bir nalın çivisi gibi
deli gözbebekleri,
gözbebekleri!
Hele bunlar
hele bunlarda öyle bir ağrı var ki,
bunlar
öyle bakarlar ki!...
Ağrımız büyük!
büyük!
büyük!
Fakat
artık imanımıza inemez tokat!
Demirleşti bağrımız,
çünkü ağrımız
30.000.000
deli gözbebekleri!
Gözbebekleri!
Ey
beni
ağzı açık
dinleyen adam!
Belki arkamdan bana
bu kalbini
haykırana
“kaçık”
diyen adam!
Sen de eğer
ötekiler
gibi kazsan,
bir mana
koyamazsan
sözlerime
bak bari gözlerime;
bunlar:
Deli gözbebekleri!
Gözbebekleri!
Bayramoğlu...
Mahpusanedeyim.
Mahpusanede kalbimin
kanayan çıplak ayakları
ne zaman çok uzun bulsa yolunu,
hatırlarım bilmem neden
Azeri yoldaşım Bayram Oğlunu:
Baki.
Gece saat iki
sularında..
Karaşehrin kara damlarında yatanlar
görüyor kanlı renklerin nescini uykularında..
Yıldızların altında kara neft burguları
hışırdıyor servilikler gibi derinden
yüreğinden.
Bakıyor uykulu sarı gözler
kara topraktaki yağlı neft birikintilerinden.
Gök kara,
yıldızlar sarı.
Tek katlı,
düz damlı dört köşe tas dükkanların
kapalı kara kapıları.
Karaşehrin kara damlarında yatanlar
görüyor kanlı renklerin nescini uykularında.
Baki.
Gece saat iki
sularında
Taşlarda yuvarlanan
nal ve tekerlek sesleri.
Seslerde seslenen sesler..
İşte bir fayton geçiyor
geçmede
geçti:
son evlerin yakınından
uzağından
ırağından..
Kara bir lanettir ki bu,
kopmuş geliyor gecenin dudağından...
Bu faytonun fenerinde dehşeti var:
hançerle oyulmuş
kor
ve derin
gözlerin..
Taşlarda yuvarlanan
nal ve tekerlek sesleri
Gittikçe uzaklaşan,
gittikçe alçalan sesler...
Ortada demiryolu,
sağ yanda Karaşehir;
solda fabrikaların
duvarları yükselir.
Karşıdan fayton gelir.
içinde Bayram Oğlu.
Bağlanmış kolu
Bayram Oğlunun..
Karşıdan fayton gelir
içinde
Bayram Oğlu.
Jandarma sağı,
Jandarma solu
Bayram Oğlunun...
Kolunu bağlamışlar
kanadı kırık değil..
Gözünde toplanan
hıçkırık değil...
Gözleri ışık dolu
Bayram Oğlunun.
Karşıdan fayton gelir,
içinde
Bayram Oğlu.
Ölümdür yolu
Bayram Oğlunun
Bayram
Oğlunun...'
KALBİMİ BUNALTAN BU DÖRT DUVAR MI?
ÖLÜMDEN ÖTEYE KÖY VAR MI? ? ?
Açlık Ordusu Yürüyor...
Açlık ordusu yürüyor
yürüyor ekmeğe doymak için
ete doymak için
kitaba doymak için
hürriyete doymak için.
Yürüyor köprüler geçerek kıldan ince kılıçtan keskin
yürüyor demir kapıları yırtıp kale duvarlarını yıkarak
yürüyor ayakları kan içinde.
Açlık ordusu yürüyor
adımları gök gürültüsü
türküleri ateşten
bayrağında umut
umutların umudu bayrağında.
Açlık ordusu yürüyor
şehirleri omuzlarında taşıyıp
daracık sokakları karanlık evleriyle şehirleri
fabrika bacalarını
paydostan sonralarının tükenmez yorgunluğunu taşıyarak.
Açlık ordusu yürüyor
ayı ini köyleri ardınca çekip götürüp
ve topraksızlıktan ölenleri bu koskoca toprakta.
Açlık ordusu yürüyor
yürüyor ekmeksizleri ekmeğe doyurmak için
hürriyetsizleri hürriyete doyurmak için açlık ordusu yürüyor
yürüyor ayakları kan içinde.
19 yaşım
Benim ilk çocuğum, ilk hocam, ilk yoldaşım
19 yaşım
Sana anam gibi hürmet ediyorum
edeceğim
Senin ilk arşınladığın yoldan gidiyorum
gideceğim
Benim ilk çocuğum, ilk hocam, ilk yoldaşım
19 yaşım
*
Çok uzaklarda yuvarlanıyor başım
Oturuyor 19 yaşım
yatağımın başucunda
ellerimin avucunda
bana diyor ki;
-- kafamızda getirelim geri
o delikanlı günleri cancazım,
o dehşetli güzel günleri...
*
Köpüklü şahlanışların dönüm yeri..
Dünyanın altıda biri;
kan içinde doğuran ana..
İstasyondan istasyona
yalınayak
tankları kovalayarak
açlıkla yarış...
Şarkıların boyu kilometre
ölümün boyu bir karış...
*
Kafkas;
güneş
Sibirya;
kar
Seslenebildiğiniz kadar ses-
-lenin
24 saatte 24 saat Lenin
24 saat Marks
24 saat Engels
Yüz dirhem kara ekmek,
20 ton kitap
ve 20 dakika şey! ..
*
Ne günlerdi heheheeey
onlar ne günlerdi ahbap! ! ..
Çok uzaklarda yuvarlanıyor başım
Duruyor karanlıkta 19 yaşım
Lambayı yakıyorum
ona hayretle
muhabbetle
hürmetle
ve daha bilmem neyle bakıyorum
bakışıyoruz
*
Yılların arkasında çırptı kanadını
'Strasroy Ploşaat' ın saat kulesi
Yaşıyor herhangi bir 24 saatini
Vatandaş kavgasının darülfünun talebesi;
Balık çorbası, tüfek talimi, tiyatro, balet
KİTAP..
Patetes kamyonu başında süngü tak bekle nöbet
KİTAP... KİTAP...
Madde, şuur, istismar, fazla kıymet
KİTAP... KİTAP... KİTAP...
Manikür;
hayır,
Diş fırçası;
evet.
KİTAP... KİTAP... KİTAP...
Bu ne 24 saat
bu ne 24 saattir ahbap! !
*
Aşk;
yoldaş,
Profesör;
yoldaş,
Zenci;
coni,
Alman;
Telman,
Çinli;
Li
Ve 19 yaşım
yoldaş da yoldaş, yoldaş da yoldaş,
yoldaşım...
Yılların arkasında yuvarlanıyor başım
başım yuvarlanıyor
Uzun saçlarından tutuştu yıllar
yıllar yanıyor
yanıyor da yanıyor...
*
Oku
Yaz
Boz
Bağır
Çağır!
Bütün kuvvetinle nefes al...
KaFanda, kalbinde
etinde
iskeletinde ihtilal...
İhtilal;
gündüz-gece
Gece ormanda çam dalları yakarak,
bembeyaz
yusyuvarlak aya bakarak,
hep bir ağızdan şarkılar söyleniyor..
Ve bu anda
kuvvetli dinç
bir ağrıdan gelen deli bir sevinç
sıçrar atlar köpüklenir çatlar
kafanda...
*
Haaayydaa,
beyaz orduları dumanlı ufuklar gibi önüne katan
bir kızıl süvarisin,
bir kızıl süvariyim,
bir kızıl süvariyiz,
bir kızıl, , , , ,
Geçti üç yıl
Ey benim 19 yaşım,
Ormanda çam dalları yaktığımız
hep bir ağızdan şarkılar söyleyerek aya baktığımız
gecelerin üstünden........
Ben yine söylüyorum aynı şarkıları
Döndürmedi rüzgar beni havada yaprağa,
ben kattım önüme rüzgarı...
Ve sen ki en yıkılmazları yıkabilirsin,
gözüme bakabilir
elimi sıkabilirsin...
Ve sen ki...
Sen,
BENİM İLK ÇOCUĞUM, İLK HOCAM, İLK YOLDAŞIM
19 YAŞIM
1945 Yılı Aralık Ayının Dördü
İlk göz göze geldiğimiz günkü elbiseni çıkar sandıktan,
giyin,kuşan,
benze bahar ağaçlarına...
Hapisten
mektubun içinde yolladığım karanfili tak saçlarına,
kaldır,öpülesi çizgilerle kırışık, beyaz alnını,
böyle bir günde yılgın ve kederli değil,
ne münasebet,
böyle bir günde bir isyan bayrağı gibi güzel olmalı Nazım Hikmet'in kadını!...
BUGÜN PAZAR
Bugün Pazar.
Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün bu kadar benden uzak
bu kadar mavi
bu kadar geniş olduğuna şaşarak
kımıldamadan durdum.
Sonra saygıyla toprağa oturdum.
Dayadım sırtımı duvara.
Bu anda ne düşmek dalgalara,
Bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım.
Toprak, güneş ve ben...
Bahtiyarım...
kundura boyacısına, kiraz ağacına,
çingene kızına dair sabahleyin evden çıkıyorum insanın işi var gücü var gidip bir parka oturuyorum bir boyacı dikiliyor der demez bakar da bakar potinlerime ne bakıyorsun bre keyf benim değil mi? boyatmayacağım işte! nesini boyatacaksın diyor içinden "şu yerdeki senin mi? ağabey" diyor bakıyorum ayak ucumda leş gibi pis bir tarak alıp tarağı gidiyor derken işsizin, tembelim, haylazın biri karşımdaki sıraya oturuyor sadece otursa iyi oturmuş bir de düşünüyor ne düşünüyorsun be adam? "ağaçları düşünüyorum" diyor "ağaçlarında yaşadığını düşünüyorum kökler, dallar, çiçekler... kulağımı gövdeye dayıyorum ağaçta gürültüler" bakındı düşündüğü şeye sen kim ağaç kim efendi sen iş bulmağa bak kendine önce inzibat itaat disiplin sonra düşünme herif vurdumduymaz boyuna düşünüyor bir kadın diyor bir pencere diyor kiraz ağacı diyor hay allah diyorum insanın işi var gücü var kalkıp başka parka gidiyorum bir çingene kızı çıkıyor bu sefer falına bakayım diyor senin düşmanların var diyor at bakalım çingene kızı senin arkadaşların var diyor at bakalım çingene kızı senin sevgilin var diyor at bakalım çingene kızı derken o işsiz tembel haylaz herif gene gelip karşıma oturuyor neler de neler düşünüyor hem korkmadan sevgiyle düşünüyor memleket diyor insanlar diyor barış diyor adamın ayakları yerde başı göklerde düşünüyor neydi benim gençliğim nerde böyle hüzünlenmek o zaman içip içip ağalamak uzaklara dalıp şarkı söylemek hafta sekiz ben eğlentide bugün saz yarın sinema beğenmedin aile bahçesi onuda beğenmedin parka sevdiğim dillere destan sevdiğim meyil verdiğim ben dizinin dibinde el pençe divan samanlık seyran nerde nerde böyle hüzünlenmek o zaman aynada başka güzelsin yatakta başka tak takıştır sür sürüştür inadına gel piyasa vakti muhallebiciye söz olurmuş olsun dostum değilmisin |